Daima milliyete kin beslemiş ve hala da beslemekte olan emperyalist fikirlerin dışında, hümanist duygular ve ideallerin etkisi altında, nasyonalizmi insanlığın birliğini lime lime etmek zanneden ve esasen aslının kriteri hakkında tereddüde düşen özgür düşünceler de olmuştur.
İlkin bunlar nasyonalizmi daha çok, üstünlük peşinde koşan ve başka milletleri aşağılayan ırkçı ve faşist okulların ve hareketlerin irticai veya haşin ve mütecaviz çehrelerinde tanımışlardır. Halbuki bu tür nasyonalizm, insanlık camiasındaki başka milletleri ve kültürel asılları açıkça reddeden ırkçı bir hastalıktır. Ama nasyonalizmin temel kriteri açısından taşıdıkları tereddüt, nasyonalizmin, insanın aslını ırksal veraset temeline yerleştiriyor olmasıdır. Bu ise, insanlardan ziyade genellikle bitkiler ve hayvanlarla doğrulanabilecek fizyolojik bir meseledir.
Bu eleştiri, kavim üstünlüğünü, ırksal üstünlüklerinden kaynaklanan kendini beğenmiş yorum ve tevillerle ispatlamaya çalışan ve bundan siyasi teori üreten yarı bilimsel klasik akımlardan gelmektedir.
Milliyeti asıl kabul eden akımı ifade için kavramsallaşmış Avrupalı bir kelime bu şüpheyi güçlendirmektedir. Bu kelime Latince “natatio” kökünden gelen, doğmak anlamında “nation”dur. Sonuç itibari ile “nasyon”, müşterek çoğaltma ve nesil şeceresine sahip bireylerden oluşan topluluğun tanımını vermektedir.
Bu tarife göre Fransız sanatçı Robert Hüseyin’i İranlı, Mevlana’yı da Mekke’li bir arap saymak gerekir. Oysa durum tam tersinedir. O Fransa tarihine aittir, Fransız olarak düşünür. Bizim ırkımızdan da olsa, doğumu bakımından Emanullah Hüseyin’in oğlu da olsa Fransız’dır. Bu, bizim ruh ve kültürümüzün en parlak manevi tecellilerinden biridir. Tıpkı dereler gibi, tarih boyunca coşkuyla akan İran nehirlerine dökülen nice Kureyş soyluları ve
Maveraünnehir’in Aryan olmayan kabileleri, Turaniler, Berberiler ve Türkmenler birbirine öyle karışmış haldedir ki ırkları üzerine araştırma yapmak, hatta Alman nazi partisine mensup bir ırkbilimci tarafından dahi mümkün değildir. Böyle, muhal bir araştırmanın beyhudeliği apaçık ortadadır. Milliyet, esasen tarihle şekillenir ve nesilden nesile miras kalır, yoksa ırkın özünden doğmaz. “Kont de Gobineau” gibi ırkçı filozofların sandığının aksine – tarihin ürettiği birşeydir. Tarihi ırkların parıltıları oluşturur.
Toplumumuzda iftihar duyulacak en büyü özelliklerden biri, kültür ve dinimizin asla ırksal aşağılamanın tohumunu yeşertmeye uygun bir zemin olmamasıdır. Yahudilik meselesi bu hakikati dile getiren en önemli örnektir. Yahudiler, kendi din ve ırklarının farklılığını koruyarak yüzyıllarca toplumumuzda yer alabildiler, çevreye uyumda en küçük bir uyumsuzluk yaşamadılar, hatta en güçlü hassasiyetlerin merkezi olan Müslüman çarşının derinliklerinde rahatlıkla kabul gördüler, doğallıkla Müslüman ve mümin mesai arkadaşları ve komşularıyla samimi insani ilişkiler kurabildiler, dolayısıyla tabiidir ki “vaad edilmiş topraklar” ve Siyon dağına dönüş hevesi de kalplerine yerleşmedi, ırk üstünlüğü düşüncesi ve bağımsız bir güç olup devlet kurma fikri akıllarını başlarından almadı.
Ama eğer siyonizmin batıda geliştiğini ve şiddete başvurduğunu görüyorsak bunun nedeni, Mesih’ten yetmiş yıl önce Romalılar, daha sonra Hristiyan kilisesi ve bu son zamanlarda da Avrupa ve Amerika’nın faşizmi ve nazizmi tarafından “aşağı ırk” “Tanrı’nın katili ırk” “fıtraten hain ırk” adı altında sürekli kan donduran işkenceler ve aşağılamalara katlanmak zorunda bırakan haşin ve acımasız anti-semitizme tepki olmasındandır. İslam ülkelerinde Yahudiler arasından bir tek Siyonist şahsiyetin çıkmamış olması tesadüf değildir.
Bu iki durumun karşılaştırılması çarpıcıdır: Kuruş, peygamber Danyal’ın vadettiği doğudan zuhur eden ve esir konumunda ki İsrail kavmini Babil’in pençesinden kurtaracak çift boynuzlu koçtur. Kur’an onu “Zülkarneyn”(çift boynuz sahibi) adıyla tanıtır. Roma kayseri ise bu Filistin’li kavmi yersiz yurtsuz bırakmış kişidir. Hristiyan papası da Roma emperyalizminin işbirlikçisi birkaç Yahudi failin İsa Mesih’in katline ilişkin kuşkulu dosyada yer aldığı suçlamasıyla bu ırkı tarih boyunca lanetlemiş ve ebediyen mahkum etmiştir. İşte bu tarihsel kökler ve ırkçı görüş çağımızda faşizm ve nazizmi ortaya çıkartmıştır. Bunların bedeli olan versiyon da; Batı’nın ırkçı nasyonalizminden öğrendiği derslerle “siyonizmdir.”
Burada iki nasyonalizm arasındaki temel farklılığı görebiliyoruz. nasyonalizm bizim tarihimizde asla tefrika ruhu, beşeri zıtlık ve diğer milliyetleri aşağılama olumsuzluğu ile birlikte olmamıştır. Bilakis tam tersine, insani bir çehresi vardır, daima kendine dayanmış ve kendini var etme düşüncesiyle olmuştur. Ama asla başkalarını yok etme, aşağılama ve onlara karşılık verme (fikri) içinde bulunmamıştır. Yumruğunu öteki insanların farklılıkları üzerine indirmek yerine onlara el uzatmıştır.
Nasyonalizm kelimesinin Batı’dan İran’a geldiği bu yüzyılın başlarında, o günlerde ki aydınlarımız, yarı okumuşların doğru tercüme saymadığı “milliyet”i onun muadili olarak seçtiler. Çünkü “millet” kelimesi dil ve edebiyatımızda “fikir, iman, meslek ve bu müşterek anlamlara sahip olan insanlar topluluğu” demektir. Halbuki hiç kuşku yok o dönemin aydınları ve yazarları “millet”in “nasyon”un tam tercümesi olmadığını iyi biliyorlardı. Fakat o
Avrupalı kavramın karşılığında bu kavramın tercih edilmesi, bizde ve Batılılarda var olmuş ve halen mevcut olan bu akımın manevi ve ırkçı algılanma biçimleri arasındaki derin ihtilafı göstermektedir.
Bu yüzdendir ki fizyolojik mirastaki katılımı ifade eden bir kelime karşısında, insani şahsiyeti ve manevi muhtevadaki müşterek paydayı anlatan bir kavramı seçmişlerdir. Aslında milliyeri tarif eden görüşümüz, “düşünmeyi” “doğum”un, “ruh”u da “kan”ın yerine koymuştur.
İlginç olan şudur ki “milliyet” kelimesi Arapça olmakla birlikte sadece Farsçada “nasyon” kelimesi karşılığına tercih edilmiştir. Çünkü Araplar şube, teşa’ub ve inşiab ile aynı kökten şa’b kelimesini seçmiştir ve “suret”e (form) “vech” adını vermiştir. Yani “nasyon” beşer nehrinden ayrılmış “dal” anlamına gelir. Bir tek anlam için kullanılan bu üç farklı kavramın (nation, şaab, millet) karşılaştırılması, her biri üç farklı kültürel ve milli görüşü gösteren üç algı türünü ortaya koymaktadır. Latin düşüncesi ırkı kriter almıştır. Arap düşüncesi şekli, İran düşüncesi ise kültür ve ruhu.
Ali Şeriati